ÖRGÜTÜN NİTELİĞİ VE AMACININ BELİRLENDİĞİ ANA DAVALARIN BİRLİKTE GÖRÜLMESİ GEREKİRKEN 15 TEMMUZ YARGILAMALARINDA BU HUSUSA NEDEN UYULMAMIŞTIR?

          Maddi gerçeği bulma ve örgütsel niteliği belirleme amacıyla örgüt davaları; delillerin birlikte değerlendirilmesi, iddiaların ve savunmaların tutarlı şekilde ortaya konulması ve aynı durumdaki kişiler hakkındaki kararların tutarlılığı için mümkün olduğunca birlikte görülmelidir. Bu sayede, örgüte ve amaç suça ilişkin maddi gerçek daha net anlaşılacağı gibi amaç suça ilişkin davalar ile üyelik ve yardım davalarının irtibatının kopması önlenecektir. Aksi halde, görüntü büyütüldükçe netliğini kaybettiği gibi aşırı bölünmüş davalara ilişkin hükümlerin yargısal kalitesi de düşecektir. Ayrıca, örgüt davalarının birlikte görülmesi, bir yapının terör örgütü olup olmadığına ve amaç suçun ne olduğuna ilişkin hukuksal sorunun çözüleceği ilk davalar olması nedeniyle bir tercih değil zorunluluktur. Bu kaygılar ve maddi gerçeğin ortaya çıkarılması isteğinin sonucu olarak; UYAP ve SEGBİS gibi teknolojik imkanların bulunmadığı, yargılamaları sıkıyönetim mahkemeleri ve Askeri Yargıtay’da yapılan 12 Eylül davaları bile merkezi ve sistematik yönlendirmeler olmaksızın topluca görülmüştür.

 Bir oluşumun terör örgütü olup olmadığına ilişkin ilk yargılama, eksiksiz ve hukuksal sorunu bütünüyle karşılayacak şekilde yapılmalıdır. Bir terör eylemi ile kendisini açığa vurmamış bir yapı dava konusu ise örgütün açıklanan ve propagandası yapılan amaçları da nazara alınarak, cebir ve şiddet kullanarak, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri ile Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 1. maddesindeki hangi amaçları gerçekleştirmeye ve Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 314. maddesinde gösterilen hangi amaç suçları işlemeye yöneldiği ana/çatı davalarında ortaya konulmalıdır.

 Örgüt niteliği ilk kez bir eylemle açığa çıkan yapılanmaların içinde yer aldığı kabul edilip bu eyleme iştirak etmemiş ve bu eylem ile örgütün amaçlarını benimsemediğini savunan failler bakımından çözülmesi gereken İLK HUKUKİ SORUN, bu yapının terör örgütü olup olmadığı, İKİNCİ HUKUKİ SORUN, failin bu yapı içinde bulunup bulunmadığı ve ÜÇÜNCÜ HUKUKİ SORUN da, failin örgütün amaç ve yöntemlerini bilip bilmediğidir.

 İlk sorun olan, bu yapının terör örgütü olup olmadığı hususu faili doğrudan ilgilendirdiğinden, fail ya bu sorunun görüleceği ana/çatı davaya dahil olmalı ya da ana/çatı davanın kapsamı faili de içine alacak şekilde geniş tutulmalı veya bu davanın sonucu beklenmelidir. Yine, üçüncü hukuksal sorun olan failin örgütün amaç ve yöntemlerini bilerek örgüt içinde yer aldığının tespiti, örgütsel yapının ne kadarına vakıf olduğunun tartışılacağı ve itirafçıların sorulara cevap vereceği ana/çatı davanın sonucuna bağlıdır.

 15 Temmuz sonrası yargılamalarda ise birinci ve üçüncü hukuksal sorun; 15 Temmuzdan bir yıl önce başlayan ve iki hakimin görevi kötüye kullanma iddialarına ilişkin olan ilgisiz bir olay üzerinden ve aceleyle sonuca bağlanmıştır. Birinci ve üçüncü hukuksal sorunun çözümüne bağlı olan ve örgüte üye olunup olunmadığını ortaya koyacak ikinci sorunun çözümü ise bir muhakemeye ihtiyaç duyulmadan itirafçılara emanet edilmiştir.

 Aynı şekilde, Türk ceza hukuku pratiğinde bir yapının terör örgütü olup olmadığına yürütme ya da yürütmeye tavsiye niteliğinde görüş bildiren Milli Güvenlik Kurulu (MGK) değil, ancak yargı mercileri karar verebilir ve bunun istisnası yoktur. Bu durum, Türkiye’nin terörle mücadelede hukuksal çıtayı ne kadar yükseğe koyduğunun bir göstergesidir. Nitekim Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin 7 Ekim 2016 tarihli memorandumunu hazırladığı sırada bu husus kendisine övünçle bildirilmiş ve Memorandumun 20. paragrafında konu şu şekilde anlatılmıştır; Komiser bu örgütün, terörizm tanımının olmazsa olmaz bileşeni olan şiddet kullanmaya hazır oluşunun, darbe girişimi olana kadar Türkiye toplumuna görünür olmadığını da kayıt altına almıştır. Dahası, Türkiye Yargısının bu örgütü terör örgütü olarak tanımlamaya yönelik nihai bir kararı henüz yoktur ki Türkiye devleti yetkililerine göre bir örgütün terörist olarak tanımlanması için bu Türkiye hukuk sisteminde çok temel bir hukuki işlemdir.[1]

 Ancak, Türk ceza hukuku ve terörle mücadele hukukunun gerekleri ve uygulama müktesebatı 15 Temmuz yargılamalarında, gelecekte pek çok soruna yol açacak şekilde terk edilmiştir. Şöyle ki; örneğin; Gülen hareketinin terör örgütü olup olmadığına ilişkin belirleme, yargı erki bir yana itilerek ve yargıya açıkça talimat verilerek dönemin hükümet sözcüsü tarafından bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrasında kamuya açıklanmıştır. Hükümet sözcüsünün 30 Mayıs 2016 tarihli açıklaması ve yargı erkine talimatı şöyledir: “Paralel Devlet yapılanmasının daha önceki Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında legal görünümlü illegal bir yapılanma olduğunun altı çizilmiş, yine daha önceki Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında Paralel Devlet yapılanması ile ilgili olarak, devlet olarak topyekun mücadelenin esas alındığı ifade edilmiştir. Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı ile birlikte paralel yapı ile mücadelede yeni bir safhaya geçilmiştir. Paralel Devlet yapılanması ilk kez Milli Güvenlik Kurulu toplantısında tavsiye kararı olarak bir terör örgütü olarak nitelendirilmiş ve bundan sonraki mücadelenin ana çerçevesi de bir terör örgütü ile mücadele şekline getirilmiştir.”[2] Açıklamanın hiçbir yerinde yargı erkinin geçmemesi gayet doğaldır. Zira İnsan Hakları Komiserinin 07/10/2016 tarihli Memorandumunda vurguladığı ve ceza hukuku pratiğinin övündüğü gibi o tarihte bu hareketin terör örgütü olduğuna ilişkin kesinleşmiş bir yargı kararı yoktur. Ayrıca, Hükümet sözcüsünün açıklaması bununla da sınırlı kalmamış ve Sözcü, yargının ne yapması gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Dolayısıyla bunun gerektirdiği her şey hem hükümet tarafından hem gerekli yargı birimleri tarafından yerine getirilecek, uygulama aksatılmadan sürdürülecektir.” Mevcut durum itibariyle, Hükümetin bu direktifinin gerekleri yargı birimleri tarafından yerine getirildiği gibi getirilmeye de devam etmektedir.

 Oysaki Anayasa’nın 118/2. maddesi gereğince MGK kararları tavsiye niteliğindedir ve muhatabı yargı değil, Hükümettir. Bu kararların yargıyı bağlamayacağı açıktır ve bu kararlar ile suç ihdas edilemez. Ancak, açıklamadaki “terör örgütü” nitelendirmesi suç ihdasından öte hüküm ihdasıdır ve bu husus, hiç kimsenin kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağını belirten Anayasa’nın 6. maddesine açıkça aykırıdır. Yine, TCK’nın 2/2. maddesi gereğince, idarenin tavsiye kararları bir yana, düzenleyici işlemleriyle bile suç ve ceza konulması mümkün değildir.

 Aynı şekilde, terörle mücadele hukuku ve uygulama müktesebatından sapılan bir başka konu; Gülen hareketinin 60 yıllık süreçte terör yöntemleri ve darbe gibi birden çok amaç suçu benimseyip, bunu devletten ve toplumdan gizlediğine ilişkin terör mantığıyla bağdaşmayan kabuldür. Bu kabulün mantıksızlığı, devletin işleyişi ve toplumun dinamikleriyle ortaya konulduğunda da, bu kez de örgütün yatay-dikey hiyerarşisi sofistike, atipik yapısı gibi daha önce karşılaşılmamış durumlar ileri sürülmekte, ancak hukuksal sorumlulukların tayininde bu atipik ve sofistike durumlar görmezden gelinmektedir. Örneğin kararlarda, nihai amacına ulaşmak için silahlı darbeye kalkışan bir örgütün, asker üyelerinin tamamını neden darbenin icrasına dahil etmediği, darbeye fiilen iştirak eden askerlerin sonradan örgüt üyesi olarak yakalananlara göre neden çok az olduğu, darbecileri engellemek için çaba gösteren, yaralanan ve sonra örgüt üyesi olduğu iddia edilen askerlerin varlığının sorumluluk tayini bakımından ne anlama geldiği ve bütün bunlar çerçevesinde örgütün içinde yer aldığı iddia edilen bunca askerin darbeden, terör amaç ve yöntemlerinden habersiz olduğu bir yerde, sivillerin darbe teşebbüsünden nasıl sorumlu tutulabileceği sorularından bilerek ve istenerek kaçılmaktadır. Çünkü bu sorular ve bu soruları doğuran ve her geçen gün artarak devam eden gelişmeler kolaycı ve toptancı sorumluluk kalıplarını bozmakta ve olaya özgü somut olguları karşılayan bir sorumluluk yaklaşımını geliştirmeye zorlamaktadır. 

Bu hukuksal ve olgusal açmaz baştan beri bilinçli oluşturulmuş olup böyle bir açmazda, 15 Temmuz gecesinden itibaren oluşturulan yani, örgütün içinde olduğu kabul edilen herkes amaç suçu bilir ve buna bağlı olarak sorumlu tutulur biçimindeki konfor zorlanmamakta, örgütsel yapının tehlikesi vurgulanırken dile getirilen özelliklerine göre bir sorumluluk tayini yerine, haklarında terör örgütü olduğuna dair kesin hüküm bulunan örgütlere ilişkin sorumluluk ölçütleri şablon olarak kullanılmaktadır. 

Ancak, bu şablonun biraz açılmasında ve her durumda doğru neticeler verip vermediğinin test edilmesinde fayda vardır. İlk olarak, TCK’nın 314. maddesinde belirtilen ve 4. ve 5. Bölümlerdeki suçları işleyen bir yapı terör örgütüdür ve içindekiler terör örgütü üyesidir şeklindeki şablonu, 5. Bölümdeki terör örgütlerine “silah sağlama” suçuna (TCK m. 315)  bir faraziye üzerinden uygularsak karşımıza şu sonuç çıkacaktır: Acaba, Gülen hareketi içinde bulunan 10 kişi, bir terör örgütünün silahlarını naklederek veya satın almasına aracılık ederek 315. maddedeki suçu işlemiş olsaydı, 16 Temmuz 2016 gecesinden başlayan kitlesel gözaltılar yapılır mıydı? Yüz binlerce kişi, 15 Temmuz gecesi silahlı darbeye iştirakle suçlandıkları gibi terör örgütüne silah sağlamak suçuyla da suçlanır mıydı? Bu kişilere bir terör örgütüne silah sağlama suçuna iştirakten gözaltı, yakalama, tutuklama tedbiri uygulanır mıydı ve bu kişiler TCK’nın 315. maddedeki suça bağlı olarak örgüt üyesi/yöneticisi olarak yargılanır mıydı? Bu sorulara “o kadar da değil” denilebilir ama sorumluluk açısından bu suçlar arasında bir fark yoktur. Zira hem TCK’nın 309 ve 312 maddeleri, hem de testte kullandığımız 315. madde TCK’nın aynı bölümünde yer almaktadır ve hepsi TMK’nın 3. maddesi gereğince mutlak terör suçudur. Eğer, 309, 312. madde ayrı, 315. madde ayrı denilecekse, bu hukuk kuralların bağlayıcılığı altında değil, 309 ve 312. maddelerdeki fiillerin şok edici etkisi altında düşünülüyor anlamına gelir. Eğer şok etkisi ve etki çapı küçük bir suçta Anayasa ve TCK’daki ceza sorumluluğunun esasları hatırlanıp, 309 ve 312. maddeler de hatırlanmıyorsa, bu şokun etkisi sürüyor ve bu suçlarla korunan “soyut hukuki yararlar” siyasal iktidarın “somut görünümleriyle” karıştırılıyor demektir. 

Bir suça ilişkin olgunun bir maddi gerçeklik biçiminde tam olarak ortaya konulabilmesi, o olgunun çevresindeki başka olguların da eksiksiz, dürüstçe ve tutarlı olarak soruşturulmasına bağlıdır. Bir hırsızlık olayının tekrarının engellenmesi ve tüm olarak aydınlatılması, hem çilingirin hem de suç eşyasını satın alanın aynı anda soruşturulmasıyla mümkündür. 

 Gülen hareketinin silahlı örgüt sayılmasına ilişkin silah unsuru, asker sanıklara görev gereği verilen silahlarla açıklanmaktadır. Her durumda, silahlı örgütlerin silah sağlayıcıları vardır. Terör örgütlerinin mevcudiyeti ve eylem kapasiteleri ile doğrudan ilgili olan “silah sağlama” TCK’nın 314/2. maddesindeki terör örgütlerine yardımdan ayrı olarak ve yardımın özel bir biçimi olarak TCK’nın 315. maddesinde düzenlenmiştir. 15 Temmuz’a bir de bu madde açısından baktığımız da, şu soruyu sormak en doğal hakkımızdır; 15 Temmuz eylemlerinin silah sağlayıcısı kimdir? Bir silahlı terör örgütünün silah sağlayıcısını ve sorumluluğunu hukuksal olarak nasıl tartışabiliyorsak, 15 Temmuz’un silah sağlayıcısını da tartışabilmeliyiz. Silahlı örgüt üyesi kabul edilen askerlere bu silahları askeri hiyerarşiyi oluşturan üstleri vermiştir. Tam bu noktada üst komutanların darbeci askerlerin siyasal kimliklerini bilmedikleri ileri sürülebilir. Ancak, bunun aksini düşünmemizi gerektirecek basına yansımış ifadeler bulunmaktadır. Örneğin, Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen 221 sanıklı davada Genelkurmay Personel Askeri Daire Başkanı Korgeneral İlhan TALU; darbe mesajlarında Tuğgeneral Mehmet PARTİGÖÇ’ün adını görünce darbe girişiminin FETÖ’cü bir kalkışma olduğunu anladım demiş ve yine PDY kaydı ve Bylock kaydı bulunan bazı generallerin de terfi ettirildiğini söylemiştir[3] Yine, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı savcılık ifadesinde, 15 Temmuz gecesinde MİT Müsteşarı ile FETÖ’cü generalleri paylaştığını belirtmiştir. Orgeneral Salih Zeki ÇOLAK, Orgeneral Akar tarafından darbe girişiminden hemen önce Kara Havacılık okuluna gönderildiğinde, okul komutanının kendisine sonradan darbe girişimine katıldığı kabul edilen isimleri söylediğini ve bunları Kara Kuvvetleri Personel Başkanı Tümgeneral Şevki GENÇTÜRK ile paylaştığını belirtmiştir. Yine Korgeneral İsmail Metin TEMEL, Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı’nda tanık olarak verdiği ifadesinde; “Ben Kolordu’ya geçtim. Geçer geçmez Kurmay Başkanı Albay Murat Temiz, harekât yıldırım mesajını getirdi. Bana ‘görevden alınmışsınız komutanım, sıkıyönetim ilan edildi’ dedi. Ben mesajın imza hanesine baktım ve tayin listesine baktım. Bunun F tipi bir kalkışma olduğunu hemen anladım” demiştir.[4] 

Basına yansıyan bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Çatı davalarında daha ilginç olanları da mutlaka vardır. Üst düzey komutanlar TCK 315. maddesi bağlamında bir soruşturma olsa bu “tanıma” olgusunu böyle anlatırlar mı bilinemez ama bu ifadelere göre darbeciler, atama listelerine bir bakışta siyasal kimlikleri ile tanınacak kadar bilinen ve bir kuvvet komutanının tek sorusunda isim isim sayılabilecek kişiler olmalarına rağmen, darbe teşebbüsünde kullanılan uçak, helikopter, tank ve diğer silahlar 14, 13 ve 12 Temmuzda bu kişilere bırakılabilmiştir. Bu durum, TCK’nın 315. maddesi bağlamında silahlı örgüte silah sağlama değil midir? MGK kararları ve 17/25 Aralık soruşturmaları, darbeden haberi olmayan kişilerin örgüt üyeliğinden sorumluluğunda milat kabul edilirken, acaba üst düzey komutanların TCK’nın 315. maddesindeki silah sağlama suçundan sorumluluğunda neden milat kabul edilmemiştir? Darbe gerçeğini anlayabilmek, darbeden habersiz kişilerin sorumlu tutulmasına ilişkin yönünü aydınlatabilmek için bu konu en azından bir soruşturmayı hak etmez mi? Darbeci askerleri siyasal kimlikleri ile tanıyan üst düzey komutanların, onların darbe amaçlarını ve terör yöntemleri benimsediklerini MGK kararlarına ve 17/25 Aralık olaylarına rağmen bilmedikleri kabul ediliyorsa, darbeci askerlerle hiç karşılaşmamış, onları şahsen ve siyasal kimlikleri ile tanımayan, onlara devletin silahlarını vermemiş, onları en kritik görevlere atamamış ve bu görevlerde tutmamış sivil kişiler darbe amaçlarını ve terörist yöntemleri nereden bilecek ve darbe suçunun türevi olan örgüt suçlarından nasıl sorumlu tutulacaklardır? 

Darbe olgusunun belirginleştirilmesi ve sorumluluğun netleştirilebilmesi adına, bu suç etrafında yer alan başka olgular üzerinde de testlerimizi bir adım ileriye taşıyabiliriz. İddianamelere göre, darbe girişimi Kara Havacılık Okulu Komutanlığı’ndan örgüt mensubu bir asker tarafından 15 Temmuz saat 16:16’da bir devlet görevlisine ihbar edilmiştir. Askeri hiyerarşinin en üst noktasının 1 saat 38 dakika sonra, saat 17:54’te haberi olmuştur. Cumhurbaşkanına 3 saat 14 dakika sonra saat 19:30’da haber verilmiş,  Başbakan ise en son 5 saat 14 dakika sonra öğrenebilmiştir. Başbakan, konuyla ilgili olarak 3 Ağustos 2016’da; “ben bunu MİT başkanına sordum. Yani bu nasıl olur dedim…Başbakana da söylemeniz gerekiyor. Çünkü siz Başbakana karşı sorumlusunuz, bağlısınız. Tabii onun cevabını veremedi. Herhangi bir şey de söyleyemedi, doğrusu bu[5] ve 15 Temmuz 2017’de de; “bilgiler bize intikal etmedi, ne bana, ne Cumhurbaşkanına. Müsteşar da o anda söylemedi. O anda darbeyle ilgili de bir şey söylemedi. Ben kendisine sordum. “Darbe oluyor, ne yapıyorsun? dedim. ‘Yok.’ Dedi, ‘Bir şey yok, normal, biz çalışıyoruz.’ dedi bana. ‘Oradaki iş farklı bir şey’ demiştir.[6] 

Tüm bu gelişmelere, darbecilerin bilinmesine ve saatler öncesinden ihbar alınmasına rağmen darbe girişimi engellenebildi mi? Engellenemedi. Peki engellenebilir miydi? TBMM’de kurulan 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonuna konuşan üst düzey generaller, darbe girişiminin çok basit tedbirlerle engellenebileceğini ve bu tedbirlerin neler olduğunu anlatmışlardır. Tam bu noktada hamasetle değil ceza hukukunun imkanları ile düşünerek, TCK’nın 83. maddesindeki sorumluluğun hatırlatılmasında fayda vardır. TCK’nın 83. maddesi gereğince, belli bir icrai davranışta bulunma hususunda bir yükümlülüğün bulunması halinde, kişinin yükümlü olduğu icrai davranışı gerçekleştirmedeki ihmali, ölümle sonuçlanan icrai davranışa eşdeğerdir. 15 Temmuz darbe girişimini önceden öğrenen bazı makamlar, şehit olan kişilerin can güvenliğinin yasal garantörleridirler ve bu kişilerin can güvenliğinin korunması hususunda kanuni düzenlemelerden kaynaklanan yükümlülükleri vardır. Tıpkı TCK’nın 315. maddesi bağlamında silah sağlamadan yapılacak bir soruşturma gibi TCK’nın 83. maddesi bağlamındaki sorumluluk bakımından yapılacak bir soruşturma da, darbenin sorumluluk yönünü aydınlatacaktır. Bu açıklamalar bağlamında, üst düzey komutanlarca engellenebilecek bir darbe girişiminde engelleme kanuni yükümlülüğü olanlar hakkında soruşturma bile açılmadığı yerde, her şeyden habersiz kişilerin darbeye iştirakten tutuklanmalarının ve sonrasında uyduruk piramitler, katlar gibi karinelerle sorumlu tutulmalarının hiç bir izahı yoktur. İşte hali hazırda dünyaya anlatılamayan ve normalleşmiş bir Türkiye’ye de anlatılamayacak olan yaklaşımlar bunlardır. Yani, bir suça ilişkin olgunun çevresindeki diğer olguların soruşturulmaması ve karanlıkta bırakılmasıdır. 

Buradan, terörle mücadele hukukunun gereklerinden sapılan bir başka noktaya ve asıl konumuz olan davaların bölünmüş ve parçalanmış olarak görülmesi sorununa gelmek gerekirse. Sorumluluğa esas maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına mani olan bu uygulama da merkezi ve sistematiktir. Türkiye’nin her yerinde davaların tek tek açılması, ceza mahkemelerinin hem eldeki davaları birbiriyle hem de başka mahkemedekilerle birleştirmekten kaçınması merkezi ve sistematik bir koordinasyona işaret etmektedir. Bu uygulamanın sıkıyönetim mahkemeleri, devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler ve 5190 sayılı kanun mahkemeleri döneminde örneği yoktur. Bu koordinasyon bir başarı değil, boyutları ve icra ediliş biçimi itibariyle endişe verici ve ürkütücüdür. 

Amaç suçun, yani silahlı darbe suçunun görüldüğü davalar ile darbeye iştirak etmemiş kişilerin silahlı örgüt üyeliği/yöneticiliği davaları birbirinden uzaklaştırılarak açıldığı gibi, aynı hukuksal durumda bulunan kişiler hakkındaki davalar da bölünerek, birbirinden uzaklaştırılarak ve ülke çapında aynı biçimde açılmakta ve görülmektedir. Merkezi ve sistematik yönlendirmeden kastımız bu tür olgulardır. Bu durum, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına hizmet etmeyeceği gibi maddi kanıtların ve ifadelerin tutarlılığının topluca tartışılmasına mani olacak ve aynı durumdaki kişiler arasında hüküm tutarlılığının izlenmesini zorlaştıracaktır. 

Acaba, yöneticilikle, üyelikle veya aynı faaliyetlerle suçlananlar, neden aynı davada yargılanıp yüklenen eylemlere ilişkin deliller aynı dosyada, birlikte ve tek elden görülmemektedir? Bir faaliyete ilişkin iddianın sübutuna ya da yöneticilik iddiasının sübutuna ilişkin olarak ilk derece mahkemesindeki kabul, vasıf ve yaptırım ile yüksek yargıdaki kabul, vasıf ve yaptırımın çelişme ihtimalinin hiçbir önemi yok mudur? Bir itirafçı birden fazla davada, birbirinden kopuk, bütünlükten uzak, parçalar halinde dinlendiğinde, onun ifadesinin bütünlüğü bakımından tutarlılığı, bazı sebeplere bağlı olarak ifadenin bazı bölümlerinin değiştirilmesi ihtimali nasıl takip edilip, nasıl ileri sürülebilecektir? Bir itirafçı ifadesi kendisinin hukuksal durumunu lehe, başkasının hukuksal durumunu aleyhe etkileme amacını taşır. Bu iki etki ters orantılıdır. Özensiz yaklaşıldığında, itirafçılığın mekaniği tanıklıktan çıkıp ne kadar aleyhe sayı ve bilgi o kadar ceza indirimi olarak bir iftira düzeneğine dönüşür. Bu nedenle itirafçılığın samimiyet, tutarlılık, bütünlük noktalarından takip ve testlere tabi tutulması gerekir. Bu takip ve testlerin mahkemelerce yapılması yeterli olmayıp, kolektif bir faaliyet olan muhakemede, aleyhine beyanlarda bulunulan sanıklarca da kesintisiz yapılabilmelidir. Parçalara ayrılmış davalarda itirafçı ifadeleri de dava sayısı kadar bölüştürülürken bu takip nasıl yapılabilir? Bir itirafçı ifadesinin kendisi hakkında lehe sonuçlar doğurması, kanunda aranan içerik düzeyine ulaşması, samimi, tutarlı ve zamanında verilmiş olmasına bağlıdır. Ayrı görülen davalarda bir itirafçı ifadesinin kendi mahkemesinde samimi ve tutarlı bulunmayıp lehe değerlendirilmemesi ancak; yöneldiği kişinin davasında aleyhe kullanılmasının ve buna ilişkin gerekçelerin tutarsızlığının sakıncaları nasıl önlenecek ve bir ifadenin bölünmesine ilişkin ölçütlerin tutarlılığı nasıl korunacaktır? 

Terörle mücadele hukukunun tecrübesinden ve müktesebatından çıkarılan ve bir kısmını örneklediğimiz bu sakıncalar önemsenmiyorsa, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması bakımından yargılamaya ihtiyaç duyulmadığı, sübuta ilişkin şüphenin davadan önce yenildiği ve daraltılmış yasa yollarının sonuçlarından emin olarak hızla sonuçlandırılmasının amaçlandığı izlenimi kaçınılmaz olarak doğacaktır.

 


[1]          http://www.aihmiz.org.tr/files/Memorandum.pdf

[2]          https://www.bik.gov.tr/paralel-yapi-ile-mucadelede-yeni-bir-safhaya-gecildi/

[3]          https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ilhan-talu-kendini-boyle-savundu-partigocun-ismini-gorunce-feto-oldugunu-anladim-40470314

[4]          https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/ordudaki-fetullahcilari-herkes-biliyormus-40559560

[5]          https://www.sabah.com.tr/yazarlar/melihaltinok/2017/07/29/hakan-fidan-bu-tartismalari-bitirmeli

[6]          https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ahmet-sikin-savunmasinin-tam-metni-savunma-yapmiyorum-itham-ediyorum-cumhuriyette-aradiginiz-cete-ulkeyi-yonetiyor-789977

Yorumlar